2 Şubat 2013 Cumartesi

Risale-i Nurdan


İman ehli olarak bunu bilmeyenimiz yok. Bu fani hayatta ebeden kalamayacağımız ise gün gibi ortada. Nesillerin devr-i daimi ve hâlihazırdaki ahval-i âlem bunun en bariz kanıtıdır. İnkâr edenler de dâhil, bunun aksini söyleyebilecek hiçbir Allah (cc)`ın kulu olmaz, olamaz.
Ahiretimize Ne Kadar Çalışıyoruz
1-      “İnsan bir yolcudur. Sabavet(çocukluk)ten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğa devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Malikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarf ediyor. Hâlbuki o levazımattan lâakal onda biri dünyevi hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir…”
Muhteşem bir yolculuktur söz konusu olan; çocukluk-gençlik-ihtiyarlık-kabir-haşir ve buradan da ebede doğru yürüyüş…
İman ehli olarak bunu bilmeyenimiz yok. Bu fani hayatta ebeden kalamayacağımız ise gün gibi ortada. Nesillerin devr-i daimi ve hâlihazırdaki ahval-i âlem bunun en bariz kanıtıdır. İnkâr edenler de dâhil, bunun aksini söyleyebilecek hiçbir Allah (cc)’ın kulu olmaz, olamaz.
Diğer bir hakikat ise, bizim bu âleme gelirken kendimizle beraber herhangi bir şey getirmediğimizdir. Biz gelirken bunlar vardı… Ve daha sonra tedricen sahiplenmeye giriştik. Bizim için olduğu gibi, bütün insanlık için be bu böyledir. Kimse kendisiyle herhangi bir şey getirmiş değildir… Biz de dâhil, var olan her şeyin bir sahibi, bir maliki vardır. Bu muhteşem mülk sahipsiz değildir. Şu halde biz de bize verilenler de bu Malik’ül-Mülke aittir. Biz malikimize aidiz. Bizde bulunan her şey emanettir. Ve belki bir maksad için verilmiştir. Öyle ise soralım kendimize:
-          Biz bu muazzam emaneti maksadına uygun kullanıyor muyuz, hak ve hukukunu gözetiyor muyuz, sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz?
-          Biz bu emanetin kaçta kaçını dünyaya ve kaçta kaçını ebedi hayata harcıyoruz? Üstad, onda biri dünyaya gerek, kalanı ise ahiret hayatı için kullanılmalı diyor. Ben hesaba başladım; siz de hesab ediniz, ahiretimize ne kadar çalışıyoruz…

Rızk Endişesi Bizi Vazifemizden Alıkoymamalı

2-      “Ey insan! Rahm-ı mader(ana rahmin)de iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor?...”
Evet, hiçbir mü`min rızk endişesiyle taat ve ibadatını aksatmamalı, ihmal etmemeli ve asla terk etmemeli. Kuşkusuz rızkının teminine çalışmalı, fakat rızık endişesi onu Rezzak’tan gafil bırakmamalı, aksine rızkını arama yolunda Allah (cc)’a daha fazla sığınmalı, Ona her zamankinden daha fazla inanıp tevekkül etmelidir.
İnsanın kendisine olsun, evlad u taallukatına olsun hayat malzemesini tedarik etmek Allah (cc)’ın vazifesidir. Hayatı veren O ise, O hayatı koruyacak levazımatı veren de O olacaktır.
Şu halde rızk endişesi mü`mini asli vazifelerinden alıkoymamalı…

Kıskançlık Mikrobu

3-      “Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hatta tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan kaviyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun…”
Bence bu müthiş bir tespittir. İnsanın olduğu her yerde, insandan ayrılmayan bu haslet vardır. Küçük ve adi işlerde ortaya çıktığı gibi büyük ve ala işlerde de ortaya çıkar. Sıradan insanlarda olduğu gibi büyük vazifeler üstlenmiş mümtaz insanlarda da ortaya çıkar.
Evet, hizmet ve hizmetin zahmeti zamanında hizmet ehli çalışkan insanı herkes sever. İslami hizmet sahasında bu durum çok daha belirgindir. Fakat işin dikkat çekici yanı, kıskançlık ve rekabet (olumsuz manadaki) mikrobunun en fazla görüldüğü saha da bu sahadır. Vazife dağılımı, ücret alımı veya ödül dağıtımı zamanlarında kıskançlık mikrobu çok daha fazla oynamaya başlar. Bu, doğru bir şey midir? Değil, elbet… Öyle ise ne yapmalı?
1-      İnsan, fıtratına kulak vermeli, nefsine değil…
2-      Hased, zemmedilmiş bir haslettir. ‘Ateşin odunu yediği gibi iyilikleri yer bitirir.’(hadis-i şerif) bu şuuru taze tutmak lazım.
3-      Hased yerine gıptaya sarılmalı. Gıpta olumlu manada rekabeti uyarır, kişiyi gayrete getirir, çalışmaya teşvik eder.
4-      Tevbe-i istiğfarla Allah (cc)’a sığınmalı, Ondan yardım istenmeli
5-      Taat ve ibadetler ile duaya daha bir ağırlık verilmeli…
6-      Hased edilen kardeşe karşı muhabbet duyguları beslemeli, kendisinin muvaffakiyeti için dua edilmeli, muhabbete vesile olacak hediyeleşme sünnetini ihya etmeli…
Bilinmeli ki, dini ve uhrevi iş ve hizmetler için dünya, bir fabrika gibidir. Buna yönelik kurulmuş… Burada yapılan iş ve ibadetlerin semeresi öteki âlemde verileceğinden, ibadetlerde rekabet edilmemelidir. İslam davası için yapılan hizmetlerin tamamı ibadet dairesindedir. Bundaki olumsuz rekabet, ihlâsı katleder, ihlâs kaybolur. Çünkü bu manadaki rekabet, ilahi rızadan ziyade insanların takdir ve tahsinini gözetir. Ve daha çok dünyevi karşılığını düşünür. Bu ise ihlâsın yokluğu yanında amelinin iptaline de sebep olur. Yazık!...

İnsana Verilmiş Kusur’un Hikmetlerinden Bazısı

4-      “İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlıkla nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi, insandaki kusur, kemalat-ı sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir…”
İnsan Üstad’ı okuyunca neredeyse kusurluluğuna şükredecek… Tabi bu öyle alelade bir şekilde değil, o kusurlarla Allah (cc)’a ve Onun nimetlerine, ibadetteki ihlâsa ve ubudiyet şuuruna ulaşıyorsa böyledir.
Mesela; açlık yetisi nimetlerdeki lezzetleri ortaya çıkarır. Tok insan lezzetlerden lezzet alamaz. Afrika’daki aç insanın bir lokma etmekten aldığı lezzetle, enseleri kalın, karınları şişik insan azmanı emperyalist vahşilerin aldığı lezzet aynı değildir.
İnsandaki kusur, Allah Sübhanehu’nun isim ve sıfatlarındaki kemal derecelerine yönelik birer mirsad, birer gözetleme ve dolayısıyla görme alet/vesilesidir. İnsan, kemale müştaktır. Bu vesileyle Allah (cc)’a yakınlaşır.
İnsandaki fakr, ilahi rahmet hazinlerinin zenginliğine yönelik en safi ve sade bir mikyastır, bir ölçüdür yani. Kendi fakrıyla insan Onun rahmetinin büyüklüğünü ve her şeyi ihata ettiğini ölçüp görebiliyor. Ona muhtaç olduğunu anlar, onun dergâhına yönelir bu vesileyle…
İnsandaki acz, Allah azze ve cellenin kudret ve kibriyasına bir mizan, bir tartıdır. Kendi aczinin farkına vardığı derecede Allah (cc)’ın kudret ve kibriyasını idrak edebilir. Acizliği onu kudret ve Kibriya sahibi Allah (cc)’a yöneltir, hidayet ve imanına vesile olur.
İnsandaki ihtiyaç çokluğu ve çeşitliliği ise, onu Allah (cc)’ın nimetleri ve ihsanlarına doğru çıkaran birer merdiven gibidir. İhtiyaç sahibi insan, bu ihtiyaçlara kökten çözüm verebilecek bir mercii arar, işte o merci Allah azze ve celledir. İnsanın bütün ihtiyaçları karşılayabilecek nimet ve ihsanlara malik olan sadece Odur…
Allah (cc)’a emanet olunuz…

İktibaslar, Mesnevi-i Nuriye’dendir.

 İnzar Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder